21.11.2009
SON SÖZÜ GEÇERKEN
Bir şiir geçmesin içimden
Senin geçmediğin içinden
Razıyım bir nokta kalayım
Sen beğenmezsen bir hiçim ben
Ne ki söylenir son söz olup
Odur duyulan sonsuz olup
Ey kalpte sonsuzu yaratan
Neyleyim onu sensiz olup
Kalem, sözünde bir beyazlık…
Şiirler kapında niyazlık
Söz karası kara yazılar
Sana yazılmamışsa yazık
Dünya kalemimden silinsin
Adım ne, kimim ben, silinsin
Söz bittiği noktada ismim
Bir sâvid-i sevdâ bilinsin
5.11.2009
İçimden deniz geçiyor
Pencerelerde yağmur
Uzak limanların son hatırası olur
Gökler bana boşalıyor
Bilinç kuyusunda derin
Bir ışığı şimşeklerin
Su… Her şeye doluyor
Hayat şimdi su oluyor
Dökülüp gökler dolusu
Bende dehlizi buluyor
Ama bu gök gürültüsü
Benden değildir
Yıllarca süren yürek burkuntusu
Unutuldu mu?.. Unutuldu
Gönül kuyusu tutamaz ki yosun
Kurutuldu
Şimdi çok uzak hatırası
O en yakın aşkının
Suya düşmüş yarası
Nakşının
Bırakıldı diye bıraktı
Berraktı işte bulandı hayali bulundu iz
Artık hiç arkasından gider miyiz?
Gözler ufkunda uyutuldu
Su ve yazı olan giz
Unutuldu…
KASÎDE-İ DER-MEDH-İ HÂCE-İ KEMÂL-İ ÂLİ
Levhidür hüsnün o yüzden cemâli
Kâmil insandır başı her rütbenin
Râh-ı edebin de var bir Kemâl’i
Lisân üstü lisanstır tedrisâtı
Söz sadefinde lâ’ldir kıyl ü kâli
Tuti-var söyletir ol ayine-dil
Sunarken söz gibi şekker ü bali
Arzıhâlim bir garip nâmedir ki
Hasretiyle büktü boynu hilâli
Melâmî-meşrep o âlî zât içün
Düşer sözlerimüz taşlar misâli
Ne çok tâlip dolar kim meclisinde
Arar bâş üzre yer Bâkî Fuzûlî
Da're-i ilminde tarih seyr eder
Bayezid medresesinden bu hâli
Yavuz mülkünde meskunken gamzeden
İrmesün mahall-i hubba celâlî
Âb-ı cân üzre yansır ol kerem-bahş
Gör ki Aslî’çün ateşdür hayâli
Kalb ü âlem kalmasın ondan hâlî’
Kalsın hep hâce-i Kemâl-i âlî
İSTANBULÎ BAHÂRA GAZEL
Düşürmüş lâleden pertev bahâra
Gül güler der hezâr-ı zâra “Beni
Güzün hüzünle besle sev bahâra”
Gülşen-i aşkta kanlar yuttu eşcer
Oldu âteş püsküren dev bahâra
Gül-i vaslı hayâl edenden Aslî
Firakından düştü alev bahâra
Gazel-i Ümmü’l-Gazel-i Divan-ârâ
Ey sin dişli râ kaşlı bükme belim yâ gibi
Kıl tebessüm parlasın la’l-i çarh Süreyyâ gibi
Âyîne-i cân üzre bir teneffüs kıl bu dem
Ruh-bahş olsun göze hayret tûtiyâ gibi
Duhter-i rez gözleri hem dudağı bintü’l-inep
Biz deriz ümmü’l-gazel ol kim divân-ârâ gibi
Aslî eylemiş hayal zât-ı kerem vaslını
Tutar âteş-i âhım bir dûd-ı cigarâ gibi
KEŞîDE-İ BELâDAN GAZEL
Gönül geçmez belâdan illâ çeker
Salındırmaz yüzde nigeh gamzesi
Tîg-ı Îsâ ki arş-ı âlâ çeker
Zülfü kef kâşı râ mim leb… Yâ kerem
Isfahan’dan yokluğu imlâ çeker
Tâlib-i dil ne bilir harf-i dehri
Hâce lâhavle mecnûn Leyla çeker
Yakar vaslı eylemez kerem aslâ
O âteş-âhı Aslî hâlâ çeker
GAZEL-İ TASHİH
Teşbihde olmasın hatâ
Nefes nefes sayarım hicri
Tesbihde olmasın hatâ
Aşk testisin kırıp içtik
Tembihde olmasın hatâ
Ters yazarlar ism-i Rakîbi
Tarihte olmasın hatâ
Ters rakîbi ben düzelteyim
Tashihde olmasın hatâ
ŞEBî GAZEL
Bildim yâr kara şeb var
Hayâtım ki hayâlinledir
Senden gayrı ne sebeb var
Tek katre deniz aynı şey
Sonsuzluğa ki taleb var
Aslî şemsin keremini
Bilir başta âteşi hep var
AKŞAM GAZELİ
Bir düş müdür ola ger yarim nasib akşamları
Bahtımı uyandıra uykum gelib akşamları
Sarmasa leyl-i zülfün sevdâsı şâir gönlümü
Ne bileydim cünûnu aklı garîb akşamları
Zülf-i kâfir setr eder her dem görünmez çeşm-i yâr
Sanasın eder sabaha münkalîb akşamları
Aslî yâr hayâl-i vaslı yakar bir kerem etmez
Yan ki âhım görmeyim böyle acîb akşamları
AVANS GAZELİ
AVANS GAZELİ
Rindânın ki cânıdır avansları
Hep belâya gönderir ajansları
Der dehene kimi nokta kimi mim
Var aşkın da küçücük nüansları
Bâde elmas yâre gevherdir rinde
Melâmilik tâşıdır alyansları
Semender âteşde mâhiler suda
Gör âşıklar ki aşkladır dansları
Zülfü bağlar deheni ruh-bahş olur
Hâlinin baş döndürür esansları
Asliyâ hayâli dehrden hâli et
Böyle istermiş aşk ekselansları
Şâh-ı ışkam bu dehre bir Süleyman Şah yeter
Dehr dûrumda benim aşk ikâmetgah yeter
Zülfü divan o yârin hâmesi leyl-i sevdâ
Çözmeye dil ukdesin kaç bin istinsah yeter
EY A NEY
Sır kulağına ezan akla selâyım ney
Tek nefes bestir bana âhım uçar Allah derim
Bırak ten kafesinden cânım salayım ney
Sâde sen ol duyduğum ses çal en baştan hasreti
Perde tutmam bu deyri tâşa çalayım ney
Göz göz olmuş yâremin âh üstünden elif geçer
Ben de sen gibi belâya müptelâyım ney
Yağdır oklar gönlüme cevher-i aşkım bulunsun
Pür-güher sır âşikâr vîran kalayım ney
Hep hayalmiş Asliyâ bir nefesten yandı dünya
Âteş aldı tahtımı yangın sarayım ney
Eyâ ney yâne yâne sen sen olayım ney
BİLİM ADAMINA GAZEL
Ey merak gözlü sebat kaşlı asık çehreleri
Siz teknoloji baharının en taze hârının
Havaya suya ve toprağa düşen cemreleri
Çark-ı belâdan sizi seçtik ki belâya belî
Ölüm gibi kapatırsınız bütün yâreleri
Çeşm-i keşfiniz ki intibâa menfezler arar
Gelin alın bizim evden de bütün fâreleri
Eşyâ vü hâdisâtın arkasındaki hikmet
Bir fâide eylesin bu bed âvâreleri
Aslî, hayâle sığmaz ya biz ya onlar açız
Muhtâcız size komayın biz biçâreleri
GAZEL-İ MÜPTEZEL
Sorar şimdi hâkini müptezelden
Şems-i ruhsârı yârin olsa izhâr
Gül hezâra zindân olur gazelden
Kıymet-i can elif kadd kıyâm eder
Kıyâmetim kopsun ister tez elden
Yâr-â hicrin zîb ü lutfun bilmesem
Yok lügat-tek farkı ömrün hezelden
Felekten tek keşîde çıkmaz bana
Ben belâyı çekmişim tâ ezelden
Hep hakîkat gözler Aslî hayalden
Ey güzel mazmun olma çık gazelden
PORTAKAL
Çürük kokulu yastıkları ıslattım. Ben hiç yalan uydurmayı bilmezdim. Masal benimkisi masal. Kabuğunu beğenmedin. Başka bir yerden mi çıktın?
Karşımdaki portakala bakarak görüyorum çocukluğunu. Şimdi bir geçmiş zaman küresi olan portakalı, zaman buruş buruş etmiş.
Sana bir portakal hikayesi anlatayım mı şimdi... Veya portakal anlatsın...
(Biliyor musun, portakaldan başka birşey diyeceğim yok. Birşey yiyeceğim yok...)
Annenin kalbini ne zaman alacaksın çocuk? Seni bekliyor günlerdir. Onun senin gibi süslü cümleleri, cesur sanatları yok ki anlatsın. O senin gibi değil ki söyleyebilsin. Sözelri bitiren yerdesin. Keşki bilseydin.
Sana portakallar anlatsın. Portakal bahçeleri arasından geçen çocukluğu annenin. Yani ki
kıvırcık uzun saçlı bir kız çocuğu varmış. Portakalı çok severmiş. Portakal bahçelerinde yetişmiş. Köyden şehre bir hatırasıydı sanki. ŞEhre ilk girişinde hep anlatır:
Elini tutan annesiyle bu yabancı mahallenin yabancı iklimine ilk girerken yüzünün kemikleri çıkmış, kıvırcık uzun saçlı kız, ilk can yakıcı iştahı burada hissetmiş.
- Anne bana portakal al…
Ve almış da müptelası olmuş. Bu kadar basit.
Şüphesiz ki zamane gıdaları içinden sürpriz haberini duyuran kafeinden farklıydı bu tutkunun kaynağı. İstersen buna “binbir portakal masalları” de. Masal anlatıyorum. Bunu bilmem kaçıncı kez anlatıyorum sana. Onu görmeliydin… Onun için ne demek olduğunu bilmeliydin. Bütün bunlar portakaldan çıktı. İnsan bir yeri bir sebepten sever. Sever değil mi? Bir sebepten de gitmez meselâ, ana der, anayurt der...
O kıvırcık saçlı kızın portakal isteyen bir çocuğu olmamış. Dur, bu hikayenin sonu.
Yedi yıl turuncu simgesi olan bir büyük marketin meyve sebze reyonunda avutmuş kendini. Küçük kız büyümüş. Büyümek ve portakal satmak çok kötüymüş. Portakal almak güzelmiş, satın almak her zaman değil. “Hayatını kazanmak” denilen bir yolda, yuvarlanıp gitmiş. Bir şeylerle birlikte.
Bu da hayatın masalı. Nasıl?
Hep masal. Seni kurgulamıştı, evet. Aslı neyse oydu hikâyesi. Sen sadece onun kurgusuna karşı çıktın. O başka bir şey kurmuş olmayı dilerdi ama, içindeki saatin ayarını bilemedi. Sen başka kurmuşsun. Ve sonra gitmiş, başkalarının hikayecisi olmuşsun.
Biliyor musun, ne çok anlatıyor bunu:
O bir portakal rüyasına yatmıştı. Daha varlığın varlığı içinde yer edinmeden önce de düşünürdüler seni, babamla annem. Sen doğardın, çarçabuk büyür, okullarda birincilikler alır, büyük adam olurdun hayallerimizde. Hikaye uzar giderdi, meslek kısmı hep değişirdi bu hikayenin. Neticede büyük adam olmaktı mesele. Hamileliğinin son dönemlerinde, atlanmış bir kısmı kalmıştı hikayenin: Sen ne idin? Kız erkek? Onu da çözerdi en son ultrason… Ama istihare, gelenek. Portakal kabuklarını yastığın altına koyup uyumuştu annen. Görmüştü. Gerçekten görmüştü.. Hikayemizi.
Büyük marketteki işimden kenarda biriken para ve babamızın maaşı da yetmedi ve bir daha taşındık. Çalıştık, burada da tutunmak zorundaydık. Gürültü, toz ve trafik… Alıştık, zordaydık.
Bak şimdi dinle bunu. Bize kimse masal anlatmayabilir. Hayatın kupkuru ve donuk ifadesinde biz, masallar anlatamayabiliriz. İçimizde birikir bir şeyler. Biriktiğimiz sürece masallar büyütürdü bizi. Olaylarla aşınırken bile. Ama biz, biz kalabiliriz. Kalabilirdik.
Sen nasıl büyüdüysen, masal kaçkını, nasıl büyümüş, büyük adam olmuşsan, hiç biz olmadın. Bizim hikayemizi yazamadın hiç. İçine su zerk edilmiş bir turunçgil gibi şöhretin, elinde sulanacak! Dudaklarına boya verecek. Sana tatlı gelecek. Vitaminsiz ve hormonlu. Ama tezgâhında pırıl pırıl duracak. Sense malını satacaksın, mal gibi. Portakalla ne demek istedim anlamadın. Şimdi sahipsiz boş bir arazide masal seven çocuklar için portakal fidanları büyüyor. Başka ümitlerim var.
Diyorsun ki hikaye... Kurguma ilham olsun diye... "Dağıtıyorsun." Bir hikaye için yapılır mı bunlar...
Hikaye… Gaye mi? Oldu bittinin izahına muhtaç olduğumuz için yaşarmış gibi yaşadığımız zaman, bir sebep sonuç ilişkisi ile bizi boğabilirken, neden hikaye gaye? Olur biter demek içinse bu da, oldu bittinin hikayesi hayat bir şeyler anlatmalıydı sana. Ve kızmazdım da hiç o zaman benden dinleyip değiştirdiğin, başka bir millete hediye ettiğin hikayeleriNe. Onları masallarımla kıyaslayamam hiç. Sen belki buna aksi cihette “tenezzül” dersin. Tenezzül etme.
Kıvırcık saçlı kızın oğlu sıkma portakalı da sevmezmiş. Kola ve gazoz çocukluğunda yalnız C vitaminini temsil eden portakalı yalnız turtalarda, pastalarda, bir de gazlı içeceklerin üzerindeki resimde görmeye alışık nesilden.
Şimdi de mutfak masasının üstünde, durmaktan sıkılmış portakallar var. Sokağın çocuklarına dağıtacağım onları. Birazdan. Elimdeyse geçmiş zaman küresi dediğim, imzasız eser portakal duruyor. Ona bakıp görüyorum neler neler… Onu böyle düşündüğüme şaşmamalısın. Benim şaşırdığım, hikayeleri masaldan üstün tutman. Bana hikaye yazamazsın demiştin bir keresinde. Yazamıyorum gerçek. Hikaye yazmak ne kolay aslında. Nasılsa yaşanıyor. Olmuş ya da olabilir. Ayrıca niye yazayım, herşeyi dağıtmışken...
Annemiz ismini sayıklıyor. Bense " Portakal. Orda kal… " diyorum.
Portakal…
Orda kalmalıydı. Köyden hiç çıkmamalıydık. Gaz lambası, tandır ekmeği bize yeterdi. Gün açardı, birlik beraberilik olurdu. Bir sofrada otururduk. Bir sahana batırırdık ekmeğimizi.
Portakallarımız yerli malıydı. Yalansız ve sulandırılmamış bir gerçekle ve yerli masallarla büyüttüğümüz kardeşim yurt dışına ihraç oldu… Ülkesinin suyuyla toprağıyla büyüdü de ülkesinin büyük adamı olamadı. Fi’l-hakika, büyük adam oldu. Konusu biz olamayan büyük hikayeler, romanlar yazdı. Bizim suyumuzu toprağımızı tabii ki kullanmaya devam etti. Hikayelerini bize hediye edemez. İthal malı değilse de boyalı su şırınga edilmiş portakal gibi.
Acı gelecek ve yüzünü ekşiteceksin. Gerçeklerin aslında acı olmadığı zamanları gerçekten çürüttük. Seninle tatlı anlarımızı unuttun çünkü. O yüzden bir imza günü, bir gala ve muhteşem birkaç kutlama için geldiğin ana yurdunda annenin seni nasıl beklediğini bilemedin. Benden de ne beklenebileceğini bilmedin. Beyin göçü deyip geçebilirdim ben de ama vefa göçüğü altında ezildim. Biz burdayız, nasıl bilmezsin? Sonra bu kitapların üstüne nasıl imza atabilirsin? Hadi imzaya sözüm yok, ama isim bizim. İsmin bizden olan bir şey.
Senin ismini çok sevdiğimiz bir masaldan çıkarmıştı annem: Alâeddin. Alâeddin ailesini çok severdi. Hele annesini. O yüzden “ Ben senin amcanım.” diyen bir adama aldandı. Ama sonunda bütün işler düzelmişti. Çünkü Alâeddin, özü doğru bir çocuktu.
Bilebilirdik ki birgün Alâeddin lambanın başına oturur. Sihirli lamba… Lambanın başına oturup ilk hikayelerini yazarken sana böyle takılmıştım. O vakitler ne masumdun…
Der ki bir şair “Sanat sihirli bir lamba…”
Lambalardan bol ışıklı salonlara girince mi değiştin Alâeddin? Flaş lambalarının cini çarparmış. Üstelik ben ilk yanlışını görmüştüm Alâeddin hikâyesinin: Babamız ölmüştü…
Bak aslında annemle biz aynıydık bu kaderde. Ayrı düşmemeliydik bu kadar da. Yeni yollar bulunur, yeni yüz yeni insanlar. Yeni aile bulunmuyor. Yalnız kalırsın bu aldanışta.
Annenin kalbini ne zaman alacaksın? Bak bu masalda ben yokum. Alaeddin'in bir ablası yok. Buna ne dersin şimdi? Olmamış mış'lar.
Bana çocukluğumdan sitem ediyorsun. Basitlik, delilik, köylülük; bunlar da var tabii. Bense haklısın diyorum. Sen de büyümeseydin oğul.
Sen sen olmayınca da, yani canının parçası, reddimiras etmeyen oğul, o yine anne oluyor da, karşıda bıraktığın oluyor...
Şimdi en güzel hikaye tam karşımda. Portakal. Orda kalmış. Ondan daha güzel hikaye bilen mi var?Bütün masallardan bile daha güzel… Sen anlamadın bunu. O imza gününde elimde portakalla bakakaldın. Belki ev hanımlığının bir temsili gibi geldi sana, uzattığımda. Anne eli değmişti.
Almadın, şaşırıp kaldın önce, sonra acı geldi ve yüzünü ekşittin. Gerçek bir portakal gibi, ekşittin.
Sen annemin bütün hikayesiydin ve gayesiydin. Aramadın sormadın, yollara düştüm ben bulup getireyim diye. Sıradan bir hayranın gibi, "sıradaki" oldum. Uzayıp giden bir imza kuyruğunda sona kalmış, işin son ucunu beklemiştim. Bir imza kuyruğunda sana bakmak burukluğunda.İstedim ki barışasın, affedesin.
Herkes gitmiş, ben portakalla orda kalmıştım.
- Bir imza lütfen… dedim, evet bir şakaydı bu. Hiç portakal imzalanır mı?
Ellerinde kitapların vardı insanların, o yüzden anlardın. Ablanı de bir portakaldan tanırdın. Başını o zaman kaldırdın...
Beni gördün... Ve bu son dedin. "Bir daha görmem sizi." dedin. Ve oysa biz ölmemiştik.
Alâeddin, lambamızı eskiciye satmışsın. Sanki bu portakaldan da bir masal cini çıkaracaktım ben, imzalamadın. Belki bir kızıl şarabı tercih ederdin yerine. Benimki yerini bulamayan bir espriydi.
Neden böyle yaptım ki... Annemize söyleyemedim. Doktor ilâçlarını arttırdı. Evden çıkış yasak. Ve üstelik ölmedi.
Onu tabii ki sen imzalama. Portakal nasıl olmuştur? Tohumu nasıl ekilmiş, fidanı nasıl büyümüş, dalları sarkmıştır? Onu kimler toplamış, kasalara kamyonlara doldurmuş, sonra kimler satmış kimler almıştır? Elimize gelene kadar geçen bir hikayesi var, anlatmıyor. Bir aksesuar olarak bile koyamazdım onu ben bir yerlere. Ustasının hünerli ellerinde alabileceği onlarca şekilden daha alımlıydı, almalıydı onu.
Oldu bitti, bitirdin. Yaşandı diye hayat hikayesi olabilmeye sebep. Bir sebebim vardı sonuçta.
Kıvırcık saçlı kız portakalı severmiş ve onun uzun hikayeler yazan oğlu bir “imza günü için”, evet sadece bunun için ana yurdunda bir gün daha kalacakmışşş… Bu masal olamıyor. Masallar ne kadar güzelmiş. Yaşanmamış “mış”lar.
Alâaddin, bir cin olsaydım lâmbama dönerdim. Bu son, dedin. "Bu seni son görüşüm. Artık tamam." Ve oysa ben ölmedim.
Bana kalan hikaye karşımda duruyor: Zaman küresi kırış kırış; belki zamanın püresi demeli (ezip geçtin beni de): Portakal. Geçmişle hesabım bitti. Onu bütün çıplak gerçekliğiyle soyuyorum. Portakal kabuklarına ne yazayım? Portakal kabukları inciniyor. Onları yastığımın altına koysam yine ve yine bir portakal rüyasına yatsam...
Kapım çalacak. Çocuklar gelecek. Zayıf yüzleri yaşam dolu
- Bir portakal… Portakal alın.
diyeceğim. Bütün cazibesiyle portakalı dişleyecekler. Bütün iştahıyla yiyecekler. Yeniden masal yaşayacağım.
Asıl hikaye buydu oğlum. Ve biz ağzımızda çiğniyoruz onu. Portakal kabukları çürüyecek. Kapıma hergün çocuklar gelecek. Başka bir yaşam kuruyorum, kurgu değil. Başka çocuklarım olacak. Portakalı sevecek. Son düşümü eve dönerken yanından geçtiğim fidanlarıma bakarak kurdum. Son bayramımmış gibi, evde oturdum.
Portakalları soydum.
Ben bir yalan uydurmadım hiç. Islak yastığımda portakal kokuları…